Filozofların akıl yürütmeleri çoğunlukla şiddet karşısında sözün ya da aklın direnişine yaslanır. Platon’un Gorgias diyalogunu ele alalım. Platon’un sahnesinde hocası Sokrates, Gorgias, genç Sicilyalı hatip sofist Gorgias’ın ardılı Polos ve siyasetçi Kallikles vardır. Platon, Sokrates’i sözünü hakikat ve adalet arayışına vakfetmiş bir figür olarak ele alırken, Polos ve Kallikles’i dolayısıyla da Gorgias’ı hakikat yolunda ikna yerine güce başvuran, gücü doğallaştıran karşıt figürler olarak konumlandırır. Platon’un tavrı filozofun araştırmasının temel yönelimi olarak bir şeyin aslının bulunmasını gözetir; sofist ise, hakikati bir kenara koyarak, şiddeti doğal güç olarak meşrulaştıran bir unsur gibi resmedilir. Hakikat arayışıyla, mal, mülk, makam arayışının araçları başta da şiddet çelişir. Öyle ki gücün hukuku kurduğu, onun da adalet olduğu fikri benimsenir. Güçlünün hukukuna adalet adı verilir ve bunun dışında bir adalet tanımı araştırılmaz. Bu yüzden Platon’da cisimleşen bir felsefe geleneği, iyinin ve hakikatin araştırılmasını şiddete karşı duruş olarak ele alır. Söz de hakikat de şiddetin karşısında konumlandırılır. Politik yaşam ise belirli bir hakikat kavrayışına uygunluk içerisinde örgütlenmeye çalışılır. Platon’la başlayan büyük bir düşünme geleneğini, farklı bağlamlarda olsalar da şiddete karşı hakikat fikriyle anlamak mümkündür.
Julien Freund, Politika Nedir? ve Politik Olanın Özü metinlerinde Platoncu geleneği güncellemek ister. Onun bu çabası temelde ‘meşru zor kullanımı’ ile ‘gayrimeşru şiddet’ arasında ayrım yaratma iradesine dayanır. Freund’a göre güç fiziğe, kudret ise metafiziğe aittir. Bu yüzden şiddet, gücün kötüye kullanılması değil kudretin kötüye kullanılmasıdır. Şiddet, kudretin bozulmuş halidir. Bu bağlamda güç, şiddetin dengeleyici bir unsuru olarak belirtilir. Gücü, fizik bağlamında kullanan Freund, güce karşı direnç gösterilmesini öngörür. Bu açıdan politikada güç, zor kullanımını gerektirir. Basitçe zoru gücün, baskıyı ise şiddetin bir tezahürü olarak düşünür. Ancak esas sorun da burada yatar: Gerçekten de zor ile baskı, zor ile şiddet arasındaki keskin ayrımları ne kadar tutarlı bir şekilde koruyabiliriz?
ZORUN, ŞİDDETE DÖNÜŞMESİNİ NE ENGELLEYEBİLİR?
Freund’un çizmek istediği bu sınır yani meşru olanı şiddetin dışında bırakma, her seferinde başarısızlığa uğrayacak bir girişim olarak görünür. Bu da bizi güç ve şiddet arasında bir zıtlık ilişkisi kurmaktansa, aralarında daha farklı bir ilişkiselliğin aranması gerektiği fikrine yöneltir.
Şiddeti cehaletle özdeşleştiren Platoncu gelenek, politik birliği savunmak için, sadece kırılgan söze güvenmediğine göre, güç kullanımını reddetmez. O halde güç ile şiddet arasında ayrım üretme çabası bir meşruiyet sınırı oluşturma girişimidir. Zor kullanımını meşru görürken bunun şiddet olmadığını nasıl söyleyebiliriz? Başka bir deyişle zorun, şiddete dönüşmesini ne engelleyebilir?
Şiddeti politik felsefe açısından ele aldığımızda onun yıkan, kuran, bozan, tamir eden özellikleri öne çıkar. Politik eylemi şiddet olmaksızın düşünmek zor olduğu kadar onu şiddetle tarif etmek de ayrı bir zorluk olarak belirir. Politik amacın şiddet aracını benimsemesi, amaçların dönüşümünden bağımsız kavranamayacağı gibi, bütünüyle sözel performansa dayalı bir kolektiviteyi şiddetsiz politik eylem olarak tarif etmek de bir açmaz olarak görünür. Politik eylem araçlarında ve dolayımlarında şiddetsiz ele alınmaz ancak yine de politik kurumsallık bütünüyle şiddetle tanımlanamaz. Şiddetin kendisini meşrulaştırmak için şiddet dışı dolayımlara ihtiyacı vardır.
Bu durumda politika tanımımızı modern filozoflardan hareketle yeniden ele alalım! Bütün modern politik felsefe, Hobbes’tan Hegel’e, şiddete karşı hukukun ve devletin inşasını salık vermiştir. Modern anlamıyla devlet, şiddete karşı-şiddetin hukuki olarak kurumsallaştırılması olarak kendisini var eder. Modern devlette ise, hukuk ve normativite bağı modernliğe özgü yeni bir şiddet odağının pekişmesine yol açar: Şiddete çare olarak başvurulan karşı-şiddet, zor ve tedbirlerin dünyasında kurumsal olarak yaratılan şiddet ağlarının varlığı. Bunu modern politik düşüncenin şiddetle çift değerli ilişkisi olarak kavramak mümkündür. Bu bağlamda meşru olana ilişkin sınırın saptanması hukuk ve politika dolayımına dair bir tartışmayı da beraberinde getirir. Devlet kendisini şiddet karşıtı bir bariyer olarak inşa ederken, devletin politikliği de şiddetin sınırlarını saptamak açısından temeli oluşturur. Burada en büyük sorun ise şiddete karşı bariyer yasanın otoritesiyle gerçekleşirken, yasanın kendisinin de yine bir şiddet kaynağı olmasıdır.
Modern anlamıyla devlet, şiddete karşı yeni bir karşı-şiddet uygulayarak şiddeti ‘bastırma’ aygıtıdır. Sigmund Freud’un deyimiyle ‘bastırılmış olanın geri dönüşü’ ise bastırılan şiddetin kökensel halinden farklı olur, şiddet geri döndüğünde artık farklılaşmış ve dönüşmüştür. Bu dönüşüm şüphesiz patolojik bir geri dönüştür. Devlet ve şiddet arasındaki ilişkiler bu patolojiye mekan olurlar. Devletin, hukuku ve otoritesi sayesinde politika ve şiddet arasındaki ilişkiyi dönüştürme arzusu, modern filozoflar tarafından güvenlik, tanınma, korunma, özgürlük gibi kavramlarla temellendirilir. Artık antik dönem filozofları gibi doğaya uyumsuz ama uyumlanması gereken bir varlık olarak insan kavrayışı üretilmemekte, aksine doğa kavrayışı da politik kuruluşun mantığına uygun olarak yeniden yorumlanır. Devlet böylelikle, insani ilişkilerdeki saldırganlığı kendi kurumsal mekanizmaları içerisinde soğurarak yönlendirmektedir.
ŞİDDET ETİK YAŞAMA İÇERİKLER SUNAMAZ
Hegel’i takip edecek olursak, şiddet zordan özgürlüğe giden yolun başlatıcısı olabilir; şiddet var olanı olumsuzlayarak dönüştürme imkanına sahip bir eylem olarak düşünülebilir. Kendisi kurucu olmasa da kurucu dönüşüm açısından yolu açan bir özelliğe sahiptir. Kısaca Hegel açısından politika şiddetle bağlantılıdır ancak bunun ötesinde bir boyuta sahiptir: Şiddet, etik yaşama içerikler sunamaz. Bu yüzden politika, şiddet karşısında dolayımlar üretebilme imkanıdır. Etik yaşamın içerikleri, normatif karakteri ve onun hukukiliği kurucu özelliklerini şiddetten alamaz. Şiddet bu haliyle negatif bir belirlenim oluşturabilir. Hegel realist bir perspektif ürettiği oranda şiddetin kökensel konumuna işaret eder. Ancak Hegel düşüncesi sadece realist değildir aynı zamanda da rasyonaliteye de yer açar. Kurumların, devletin ve hukukun belirli bir rasyonalite etrafında örgütlenmesi sorununa odaklanır. Hegel, şiddetin tek başına meşruiyet kaynağı olamayacağını göstermiştir.
Ancak bununla birlikte Hegel, akıl ile şiddet arasında keskin bir karşıtlık kurmak yerine ikisi arasındaki bağlantı ve sınıra dikkati çeker. Şiddet, dolayımsızlıktan hukuk kuran sürece giden bir çıkışı anlatır. Bu haliyle, Hegel’de şiddetin kendisine bir övgü olmadığı gibi şiddetin doğrudan akılla karşıtlık içerisinde ele alınması da söz konusu değildir. Bunun yerine Hegel’de politikanın kurumsal kuruluşları öne çıkarılır. Devlet, zorun nasıl kullanılacağına dair bir hukuki yapı tesis eder. Böylelikle, politikanın amacı şiddetin ötekisi olmaktır. Şiddetle şiddete karşı bir politik birlik oluşturma, modern politikanın anahtarı olarak anlaşılabilir.
WEBER’E GÖRE DEVLET TEKELLEŞMİŞ BİR ŞİDDETİN KURUMSAL ÖRGÜTLENMESİDİR
Weber’in Ekonomi ve Toplum kitabında ve Meslek Olarak Politika metninde bu dolayımların şiddetle olan bağlantısı önem kazanmaktadır. Weber’de hukuk fikri, ‘büyüsü bozulmuş’ bir hukuk anlayışının beden bulmuş halidir. Weber, doğal hukuk fikrinde meşruiyeti arayan bir anlayış yerine biçimsel yasallığı meşruiyetin kaynağı olarak tesis eder. Hukukun rasyonalizasyonu kendi içinde otonom bir süreç olarak işlemektedir. Hukuk var olan somut toplumsal ve ekonomik durumları düzenleyen biçimsel bir hakimiyet oluşturmaya gayret eder. Biçimsel ve usulen meşruiyet egemen devletin ‘güç’ kullanımının yönünü tayin etmektedir. Ona göre, devlet, tekelleşmiş bir şiddetin kurumsal örgütlenmesidir. Devlet, rasyonel müdahale yöntemleri içinde fiziki şiddet kullanımını da kendi tasarrufunda tutar. Şiddete, gerekli bir araç olarak başvurulabilir. Bu çerçevede Weber, meşru zor kullanma, meşru fiziki müdahalede bulunma ve meşru şiddet tekeli olma arasındaki ayrımların geçişkenliğine de işaret eder. Weber’in modern devlet okumasından çıkan ders, hukuk ile şiddetin karşıt olmaktan ziyade, hukukun şiddet araçlarının tanzimi üzerine kurulu olduğudur.
Weber’de meşruiyet ile yasallık arasındaki ayrım silikleşmiş, bunlar birbirlerinin içine geçmiştir. Her devlet kendi meşruiyeti içinde kendisine özgü hakimiyet yapısını oluşturacaktır. Weber’le birlikte artık şiddet ve güç ayrımı geçersiz kılınmıştır. Bunun yerine normatif bir kurumsallık içerisinde meşruiyet kazanan devlet fikri öne çıkmıştır. Aynı şekilde bu normatif yapı tıpkı modern teknik gibi kendi içerisinde nötr bir şekilde politik oluşumları tayin etmekte ve de şiddetle ilgili tüm kullanımları kendi bünyesinde yeniden şekillendirmektedir. Mesele artık şiddetin ortadan kalkması ya da ona hiç başvurulmaması değildir, esas mesele normatif bir meşruiyet içerisinde devlet aygıtının onu nasıl kullanacağıdır. Devlet, şiddetin nasıl kullanılacağına dair kendisine has meşru yollar üretme aygıtıdır.
Mademki devlet, yasayla iktidar ve şiddet arasındaki bir sarmala yaslanmaktadır, o halde hala ‘devlet şiddetinden’ söz açılabilir mi? Şiddet, iktidar alanındaki kargaşayı anlattığı gibi iktidarın kendisini de anlatır. İktidarın şiddet araçlarını tanımlaması ve tekeli altına alması onun bir başka şiddeti üretmesine engel olmaz. Yine benzer bir şekilde dil ve şiddet karşıtlığı kurmak da şiddetten bütünüyle kurtarmamaktadır: Şiddet tanımlanmış araçları arasında dili kullanabildiği gibi, dilin bizzat kendisi de şiddet araçlarının meşruiyetini sağlayan bir hukuk ve ideoloji çerçevesi oluşturabilir.
Özetle şiddet karşısında karşı-şiddet oluşturarak şiddet araçlarını meşrulaştırma ya da kökensel şiddete karşı bir iktidar kurucu şiddet geliştirerek başka bir hukuki meşruiyet zemini oluşturma çabası, modernliğin hem başarısı hem de başarısızlığıdır. O halde sorumuza kolaycı olmayan bir yanıtın başlangıcı, politikanın kendisini kurumsallıklarına kapayıp politik olanı bu süreçlere indirgemesine karşın politik olanın güncel bağlamlarına yönelmede saklıdır. Politik olan, politikanın şiddetle iç içe geçmişliğine karşı durabilmenin imkanlarını barındırır. Bu bağlamda politik olan kavramı, kurumsal şiddetlere karşı boşluklar yaratmaya ve karşı durmaya dair bir yönelimle güncellenebilir. Gündelik yaşam ve her tür mekansal dönüşüm yola çıkış noktası olarak durur. Şiddet ve karşı-şiddet odaklarının şiddeti karşısındaki direniş, tahakküme ahlaki ya da fikri karşı koyuştan çok, somut olarak yaşam alanlarındaki tahakkümün yeniden üretilmesini sekteye uğratabilmesiyle mümkündür. Günümüzde politik olanı düşünmek; yerel, ulusal ve küresel düzlemlerde tahakküme karşı durabilme iradesiyle, buna uygun yargı geliştirebilme kapasitesiyle, kısaca kurumsal kapanmalara ve kapatmalara direnebilme iradesiyle ön plana çıkar.
* Prof. Dr. / İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
GÜNDEM
Az önceGÜNDEM
5 saat önceGÜNDEM
5 saat önceGÜNDEM
5 saat önceSPOR
5 saat önceSPOR
5 saat önceGÜNDEM
5 saat önceGÜNDEM
16 saat önceGÜNDEM
16 saat önceSPOR
23 saat önceGÜNDEM
23 saat önceEKONOMİ
1 gün önceGÜNDEM
1 gün önceEKONOMİ
1 gün önceSPOR
2 gün önceGENEL
2 gün önceGÜNDEM
2 gün önceEKONOMİ
2 gün önceGÜNDEM
2 gün önceGÜNDEM
2 gün önce